Hiç düşündün mü? Ben dediğin nedir?
Haberimiz ve onayımız olmadan bize verilen bir isimle anılıyoruz ama adımız bizi anlatmaya yetmiyor. Şunun oğlu bunun kızı gibi tanımlamalar da kifayetsiz.
Şimdi karar verecek olsan, bu ismi seçer miydin? Sana ne denmesini istersin? Daha da önemlisi sen kendine ne derdin?
Anneni, babanı, aileni seçebilseydin, yaşayacağın ülkeyi, doğduğun yeri ve elbette zamanı seçebilseydin, şu anda olduğun yer seni tanımlar mıydı?
Bazı inanışlar, bu dünyaya gelmeden önce, tüm bunları aslında seçtiğimizi, yıldızların o düzende dizildigini ve ögrenmemiz gereken neyse ona göre bir yaşama geldiğimizi söyler. Dudaklarımızın üzerinde bir sus işareti yapılmış gibi duran iz, unutturma meleklerinin işi derler.
Sahi, nereden gelmiştik buraya. Eskiden leylekler getirdi derlerdi, şimdi artık yeni nesil çocuklar bu konuda daha bilgili. Dünyaya gelmek fiilini kullanıyorsak eğer, mutlaka bir yerlerden buraya gelmiş olduğumuzu düşünüyoruz demektir.
Bir anne baba dünyaya yeni bir bebek getirdiklerinde siparişi nereye veriyorlar acaba?
İnsanlık bilincinin en başından beri cevap aradığı bir soru: ben aslında kimim?
Sen ışıksın, meleksin, yaratıcısın ve hatta Tanrısın diyen de var, sen kulsun, yaradanın saha önce kurallarını belirlediği bir sınavda zaman dolduran bir çaresiz varlıksın diyen de.
Şaşırdık, kim olduğumuzu unuttuk, belki de aslında hiçbir zaman kavrayamadık.
Tıpkı bize vaad edilen sonsuzluğa kavrayamadığımız gibi. Burada gözlerimizi kapatacak ve bir daha hiç uyanmayacağız gibi. Ebedi uykusuna, son yolculuğuna ugurladığımız niceleri gibi.
Peki ya ne zaman uyudugumuzu hatırlamadığımız ve uyandığımız an? Doğum böyle bir şey değil mi? Hayata gözlerini açmak ile gözlerini yummak arasında geçen uzun ince bir yol.
Gerçekten ne halde olduğumuzu bilmediğimiz, iki kapılı bir handaki yolculuk.
Bireye indirgendiginde ne kadar yalnız ve hüzünlü bir varoluş. Aslında herkes yalnız derler. Tekamül yolunda bu gezegene yollanmış sınav çocukları.
Bedenimizden ibaret olmadığımızı fark ettiğimizde, hafif bir şaşkınlık yaşıyoruz. Çoğunlukla bedenimizden bir yabancı gibi söz ediyoruz. Kalbim atıyor, midem ağrıyor, başım dönüyor. Sanki onlar biz değiliz gibi. Kontrol edemediğimiz her şey bize oluyor gibi.
Kontrol edebildiğimiz parçaları ile bedenimizin içinde sanki bir küçük varlığız. Geldiğimiz bu yabancı yerde, yabancı ve genelde düşmanca bir çevrede hayatta kalmak için mücadele ediyoruz ve hatta zaman zaman savaşıyoruz.
Etrafımız tehlikelere, bizi yutmaya çalışan canavarlara ve seytanlarla dolu. Sürekli mücadele etmemiz gerekiyor, doğayla, insanlarla, karşımıza çıkan ve bizden olmadığını hissettiğimiz her şey ile.
Algılarımızdan ve ön yargılı tavırlarımıza sımsıkı tutunuyoruz. Bizi koruyanların, onlar olduğunu sanıyoruz.
Çevreyi benliğimizden farklı görmek, onu dize getirmek ve fethetmek arzularını uyandırıyor. Doğa ile karşılaştığımız, doğa şartlarını yenmek zorunda olduğumuz bir dünyada yaşadıkça, bu bir savaş ve mücadele halini alıyor.
Kim sürekli savaş içinde olmak ister ki?
Kayıplarımız büyük, yenilgilerin telafisi zor oluyor.
Değiştirilecek en önemli düşünce kalıplarımızdan biri bu olsa gerek. Kendimizi diğerlerinden keskin çizgilerle ayırmadığımızda ve herkese bizim de içinde bulunduğumuz bir bütünün parçaları olarak baktığımızda, savaş sandığımız bu hayatın daha çok bir oyuna, cok parçalı bir bulmacaya benzediğini görebilmek önemli olan.
Bunu okuduktan sonra derin bir nefes al ve gözlerini kapat. Savaş ve mücadele olarak gördüğün her cephede çok ciddi ve eğlenceli (çünkü oyunlar asıl ciddi olduklarında eglencelidir ve eğlence ciddi bir iştir) bir oyunun içinde olduğunu farzet.
Gözlerini açtığınızda oyuna kaldığın yerden devam et. Diğer oyuncuların da senin farkında olacağınızı göreceksin…